23 Ekim 2010 Cumartesi

Tuvaletimin taştığından hiç bahsetmedim dikkat ettiysen. Ya.

Ben bugün temizlik yaptım. Yeni evimde ilk derin temizliğim olduğu için bir hayli heyecanlıydım. Şaka şaka heyecanlı değildim. Temizlik yapmaktan hoşlanmam.

Tek başıma dolapları iteledim, halıları kaldırdım, pataladım. Kapıları yerlerinden söktüm, sildim yerine taktım. Tek başıma hep. Koca buzdolabını nasıl çektim altını sildim de bi şeycik olmadı, bi toz alayım dedim bezin suyunu sıkarken bileğimi burktum. Ben, yani bilemiyorum. Her şey ondan sonra başladı. Banyoyu temizlerken terliğim kaydı. Düşmedim ama daha önce hiç denemediğim, yapabileceğimden biie haberdar olmadığım garip figürler sergiledim. Asena aradı sonra. Dedim bu ara yoğunum, önümüzdeki ay uğrarsın, çalıştırırm seni. Bebeyim. Ortadan kırıldım sanırım. Ben, gerçekten bilmiyorum.
Kendime geldikten sonra camları silmeye başladım. Bu temizliği yapmalıydım. Mecburdum. İnsan gelecekti evime. Mahçup olmak istemiyordum. ''Koskoca mayonezin evine bak la. Bok içinde yaşıyormuş.'' Densin istemedim. Camları sildim. Balkonuma doğru uçan kedi. Ah uçan kedi. Senden ne çok korktum. Nasıl da kafa attım cama kapatayım derken. Ne kadar hayvansever bir insan olsam da, uçan kedilere aşina değildim.

Buradan ''Beynin kendisi acıyı hissetmez'' diyen bilim adamına sesleniyorum. Benim beynim yandı abi. Ellerinden öperim. Mübarek adamsın. Titredim bildiğin. Vücudum titredi. Kafamın sağı delindi. Beynim aktı. Gibi şeyler.
Sonra dedim ki bari evi süpüreyim. Benden önceki kiracının Spider Man olduğunu bana söylemedi tabi ev sahibim. Kendisi biraz da ağır işitiyor biliyor musun. Fazla üstüne gitmiyorum.
Velhasılı, evi süpürmeye başladım. Bir de ne göreyim. Mutfak dolabımın altında bir yetim. Bir öksüz. Bir Ömercik. Bizim Spider Man çocuğunu unutmuş evimde. Ne yapacağımı şaşırdım. Ya polisle gelseydi. ''Bu kadın çocuğumu alıkoydu.'' Diye kapıma dayansaydı. Nasıl inandıracaktım çocuğunu çalmadığıma. Ha. Bunlar hep kahır. Aldım çocuğu karşıma, konuştum. Ne yapayım, öyle ufak bi şey de değil ki. İnsan yaşına vursak 13-14. ''Senin anan baban nerde garibim. Niçin seni burada bıraktılar böyle.'' dedim. Yavrunun ağzı var dili yok. Sordukça sordum. Tık yok. ''Eah sikerler. Elin piçiyle ben mi uğraşıcam hülen.'' dedim. Çektim süpürgeylen. İçim acımadı değil. Acıdı. Ama intikamı seri oldu piç kurusunun. Tam kötü kadın kahkahası atmaya yelteniyordum ki, tavandaki sülalesini gördüm. Yıkıldım o an. Resmen kirayı tek başıma veriyormuşum. Hayır bana durumumuz yok, bi kaç ay kalalım mı sende deseler, ben de insan evladıyım, kapıya koyacak halim yok ya kış ortasında koskoca aileyi. Ama böyle kandırılmak, enayi yerine konmak. Hayır lidıl spaydi femili hayır. Bunu kabullenemezdim işte. Süpürgeyle çektim hepsini. Gözümü bile kırpmadım. Havalara bakmaktan boynum tutuldu. Kolum felçlendi. Bilemiyorum. Böyle temizlik falan. Ama dedim ya. İnsan gelecekti evime.
Neden sonra anladım ki, benim evime hiç misafir gelmemesinin sebebi temizlik yapmıyor olmammış meğer.

Bitiremedim temizliği. Kahve yaptım. Sigara yaktım. Uzandım ööyle. Açtım bi'kaç erotik vide.. Şaka lan oturdum sadece. Sonra akşam oldu zaten. Bunu falan yazdım.

SON.

1 Eylül 2010 Çarşamba

Tam bir sokak çocuğuydun, hatırlıyor musun?

Bütün futbolcu kartlarını kepen o kızı; ''Gelsene bizim evden su içelim.'' Diye kandırıp, annen kapıyı açar açmaz kızı şikayet ederek kartlarını geri aldığında ilk büyük haksızlığını yapmıştın.

Lunapark hep uzaktı size. Mahalleden geçen salıncakçıya yetişebilmek için koşarken bileğini burkmuştun. Zayıftın çok. Yine de koşmaya devam etmiştin.

Arka mahalledeki arsanın çevresindeki evlerin bahçelerinde, gizli gizli dolaşıp 'Macera yaşıyorum' diye ne kadar heyecanlanırdın. Yıllar sonra o mahalleden geçerken, koskoca macera alanının iki-üç ufak bahçe ve kömürlük olması canını nasıl da sıkmıştı hatırlıyor musun.

Babaannenin kitaplığından yürüttüğün kitapların boş sayfalarına resimler çizerdin. Babaannen sana hiç kıyamazdı. Dört yaşında okuma yazmayı öğrenmiştin. Dedenden hep kaçardın. ''Bıyıkların batıyor.'' Derdin hep. Keşke daha çok sarılsaydın ona. O, seni herkesten daha çok seviyordu.

Bebeklerinize kıyafet dikerken, -ki sen dikiş dikmeyi hiçbir zaman beceremeyecektin o olaydan sonra- oyuna dalıp halıya sapladığını unuttuğun iğne, Almancı arkadaşın Neslihan'ın babasının ayağına girmişti ve çabucak dizine kadar ilerleyip ameliyat olmasına neden olmuştu. ''İğneyi ben unuttum halıda, benim yüzümden oldu. Özür dilerim.'' Diyemeyecek kadar korkmuştun. Yıllar sonra bile kimseye söyleyememiştin bu sırrını.

Annenin küllükte kalmış sigara kotiklerini tüttürürdün gizli gizli, ufacıktın daha.

Yazlıkta, her sabah halanı uyandırmaya gittiğinde, o yataktan kalkana kadar İngilizce sayı saymaca oynardınız. Ev halkı halanın akşama kadar nasıl uyuduğunu bir türlü anlayamazdı. Gece herkes uyuduktan sonra kaçıp sevgilisiyle buluştuğu, sabah kimse uyanmadan gizlice girip yattığı için akşama kadar uyuduğunu sen bilirdin sadece. Halanı ne kadar çok severdin.

Evlendiğinde kıskançlıktan her yerinde yaralar çıkmıştı kırmızı kırmızı, eniştene yıllarca adıyla hitap etmiştin.

Kinder sürprizin sihirli olduğuna nasıl inandırmıştın kendini. Eski model telefon ahizesinin içinde kinder yumurtası gizli olduğu paranoyası da neydi öyle?

Saçların ne kadar uzundu. Bal rengi.

Herkesten daha erken öğrenmiştin iki tekerlekli bisiklet sürmeyi, zaten herkesten önce denerdin sen her şeyi.

Babanın cebinden, dönemin en büyük banknotu olan 100 lirayı çalıp kornet almıştın kendine. Bu, sana ait olmayan bir cebe ilk ve son el atışındı.

Okuldan eve dönerken, dedenin öldüğünü düşünmüştün. Ne tuhaf, deden o gün gerçekten ölmüştü. Aslında en çok dedeni severdin. Cenazesinde gülmemek için kendini zor tutmuştun.

Sen, çok tuhaf bir çocuktun.

Çok kavga ederdin. Kızlar sevmezlerdi seni, erkeklerle maç yapmayı tercih ederdin. Tuvaletini yaparken, parmakla bildiğin küfürleri sayıp kendinle gurur duyardın.

Çok arkadaşın vardı ve sen hep yalnızdın.

Bütün sokak köpekleri senindi. Serkan abiye aşıktın. Annen zorla kırmızı külotlu çorap giydirirdi sana ve Serkan seni o iğrenç çorapla görmesin diye eve kaçar, camdan onu izlerdin. Ama ilk aşkın Anthony idi. Attan düşüp öldüğünde, günlerce ağlamıştın.

Biliyor musun, o kıza haksızlık etmemeliydin. Hatalarını kabullenecek cesareti gösterebilmeliydin. Sen çok özel bir çocuktun, hayallerini unutmamalıydın.

Dedene daha çok sarılmalıydın.

Hiç değişmedin. Tuhaf bir yetişkin oldun.

Ağlama. Onu da sonra konuşuruz.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Piyano olmak isterdim.

Merhaba. Beni tanımıyorsunuz. Ben kısa saçlı bir kızım. Kadın kızım.

Kadife sesli insanları severim. Çilli kızları ve şişik gözlü adamları da. Bebekleri kucağıma alamam. Kırılacaklarından korkarım. İnsanlar beni çok kırarlar. Ben de boş zamanlarımda ıslak mendille klavyemin tuşlarını silerim. Kalan zamanlarda otururum, müzik dinlerim. Bazen şarkı söyler, işittiğim ses akabinde de bir daha söylememeye karar veririm. Kedilerden çok tırsarım. Bir köpeğe vurmaya bile kıyamam ama bir insanı acımadan öldürebilirim. Sigarayı çok severim. Sigaranın elde bıraktığı kokuyu da. Lakin sokakta yürüken sigara içemem.

Oldum olası yumurtanın beyazını ağzıma süremem. Peynirsiz kahvaltı edemem. Kahvaltıda bamya yiyebilirim. Yoğurtsuz yemek yiyemem. Mutlu olduğumda kilo alırım. Ellerime oje sürmekten hoşlanmam. Biriyle buluşmaya giderken oje sürüyorsam, bu onu önemsiyorum demektir. Ya da beni önemsemesini istiyorumdur, bilemedim.
Gömlek giyebildiğim mevsimleri severim. Güneş gözlüğü takarken utanırım. Topuklu ayakkabı giyince kendimi yollu gibi hissederim. Her daim deniz manzarasını tercih ederim. Denizde fazla açılırsam köpekbalıklarının bacaklarımı yiyeceklerinden korkarım.

Başım ağrıdığında bol sirkeli yahut limonlu salatalık yerim. Süt içmem. Bıyık severim. Rüyalarımda bazen fillere sarılırım, bazen de pandaları öperim. Sokak köpeklerine zaafım vardır. Ellerimde sürekli nasıl olduğunu bilmediğim kesikler oluşur. Ellerimin öpülmesinden hoşlanırım. Klavikula kemiklerinin ortasındaki çukuru çekici bulurum. Sihire inanırım. İnsanları çok severim. İnsanları hiç sevmem. En çirkin halimle bi adam beni ne kadar güzel buluyorsa, kendimi o an en güzel hissederim. Korku filmlerinden çok korkarım. Gece uyurken sürekli titrerim. Sıkılmam. Ölmekten korkmam. Ama kardeşimi bırakıp ölmek istemem. En sevdiklerim kollarımda ölsün isterim. Yalanlara inanırım, ama kimseye güvenmem.
Çok ağlarım. Çok çirkin gülerim. Geceleri yalnız dolaşmaktan korkarım. Kadın erkek eşitliğine inanmam. Alkole inanırım. Aşka da öyle. Çok sabırlıyımdır. İntikam duygusundan nefret ederim. Gökkuşağını severim. Kar elleyemem. Çok üşürüm. Piyano en sevdiğim enstrümandır.
Hiç dışarı çıkmadan yıllarca yaşayabilirim. Hasta olduğumda öleceğimi zannederim. Kendimi keseleyemem. Kimsenin sevmediğini hep çok severim. Beni fazla insan sevmez. Suratsızın tekiyimdir ama çok gülerim. Sağ yanağımda, sol gözümün altında, omuzlarımda ve belimde gamze vardır. Omuzlarımı beğenirim.
Siyahı ve beyazı ayrı ayrı severim. Bazı mecmualar aksini iddia etse de, aslan burcu olduğumu savunurum. Galatasaraybeşiktaş'ı tutarım. Uyuyamadığımda hüzünlü şarkılar dinlerim. Genelde uyuyamam.

Sihire inanırım demiş miydim.
Artık hiç sihir görmüyorum.

24 Haziran 2010 Perşembe

Beni sevin

Yine bir piknik maceramla daha karşınızdayım.

16 yaşındayım, ergenliğin dibine vurmuşum. Bir hayli de kiloluyum o dönem. Ağzımın kenarında kronik bir çikolata lekesi var hani, tırnaklarımın içleri cips dolu, o derece. Bi tabak yemekle bir ekmek yemezsem doymuyorum. Adeta bir fil yavrusuyum.

Annem ve birkaç arkadaşıyla beraber Çatalca'ya pikniğe gidiyoruz. Çatalca'yı severim. Annem kasaptan tavuk kanadı almak üzere arabadan çıkıyor. Arkasından zıplıyorum ben de. Biliyorum çünkü, şimdi bu gider, normal insanlar gibi 2 kilo kanat alır gelir. Ama ben normal insan değilim ki. Ben 2 kilo kanadı tek başıma yiyorum o dönem.

Neyse. Erzak olayını tamamladıktan sonra yola çıkıyoruz. Her şey muhteşem. Çatalca süper, hava güneşli, mangalı genele nazaran tek seferde yakabilmiş annem. Kanatların pişmesini bekliyoruz. Gidip gelip götürüyorum ama ben pişenlerden. Annem arada ayar çekiyor; ''Ekmeksiz yeme yavrum.'' Ben ''Hea taam'' falan diyorum ama, gözüm dönmüş bir kere. Ne ekmek görüyorum ne salata. Hatta kız kardeşim de yanımızda olmasına rağmen, piknik sırasında onun varlığını hiç anımsayamıyorum bile. Yedikçe yiyorum. Kanatları löp löp yutuyorum. Kanat reklamlarında oynamaya aday, ödüllerin sahibi, gönüllerin şişkosuyum yani.
2 kilo kanadı rahat tek başıma ziftleniyorum.
Annem uyarıyor; ''Ekmeksiz yeme kızım, ishal olursun.'' Sallamıyorum.'' Bu mide neler görmüş bu zamana kadar Nüri beybi, 2 kilo kanat mı bozacak beni?'' şeklinde devam ediyorum çılgınlar gibi yemeye.

Hava kararıyor ufaktan, toparlanıp eve dönüyoruz. Hiç alakasız, yolda annemin oto tamircisine uğrayası geliyor. Yıllık muayenesi mi ne gelmiş arabanın, onu konuşmak için sanayiye gidiyoruz. Annemin tamirciyle konuşmasını beklerken, o andan itibaren yanımızda olduğunu hatırladığım kız kardeşimle arabada bekliyoruz. Ben büyük olduğumdan önde oturuyorum. Geyik yapıyoruz falan. Sonra bir anda arabanın içini bir bok kokusu sarıyor çok afedersiniz. Ama bu insan boku değil yani. Birinin içinde kedi ölmüş de bir ay sonra sıçmış gibi, meğer o kedi de üç ay evvel fare yemiş de onu sıçamamış gibi, hepsi bir anda devasa bir bok içinde bizim arabamızdalarmış gibi bir koku vuku buluyor.

Kokunun kaynağını bir türlü bulamıyoruz. Benim ''Dışardan geliyordur, camları kapatalım.'' şeklindeki dahiyane fikrim beyhude kalıyor ve camlar kapanınca koku bize neredeyse şuurumuzu kaybettirecek bir yoğunluğa ulaşıyor. Gözlerimiz doluyor. Camları bir açıp bir kapatıyoruz. Kardeşim arkada koltuğa uzanıyor. Anneme sesleniyorum ama, beni duymuyor. Kardeşim baygınlık geçiriyor. Çığlık atıyorum. ''Beni merak etme, sen devam et.'' diyor. Canım kardeşim gözlerimin önünde nereden geldiği belli olmayan o korkunç bok kokusu yüzünden ölüyor. Ben kısmi felç geçiriyorum.

Nihayet annem arabaya geldiğinde, ''Bu koku ne mınısikim'' diyor. Lakin ona cevap bile veremiyoruz. Genel anestezi tadında bir lokal anestezi tecrübe ediyoruz.
Araba hareket edince camları açıyoruz. Annem gazı köklüyor ve sonunda bir sirküler etki yakalayıp bok kokusundan bir nebze de olsa oksijene ulaşabiliyoruz.
Aniden önümüze bir araba çıkıyor. Annem hemen fren yapıyor. Ben torpidoya sekiyorum, belim açılıyor. Bluzumu düzeltmek için elimi belime attığımda ise çok enteresan bir sıvıyla muhattap oluyorum.

Yaklaşık 5 saniye sonra; Belimde o sıvının ne işi olduğunu, belimde neden bir sıvı olduğunu, bok kokusunun o sıvıdan geldiğini, aslında onun katı olması gereken, küçükken hep katı olmak istemiş lakin olamamış bir sıvı olduğunu ve ekmeksiz 2 kilo kanadı tek başıma yersem osurduğumu bile hissedemeyecek derecede ishal sıçabileceğimi anlıyorum.
Annem ve kardeşim adeta anırarak bana gülüyorlar. Eşek olsa bu kadar anıramaz ama. Zannetmiyorum yani. İnsanın anıranı da pek fena oluyor.
Nihayet evimize vardığımızda annem arabayı park ediyor ve kardeşimle el ele yine anırarak eve koşuyorlar. Bense arkalarından, düşürmemeye çalıştığım parçalarımla onlara yetişmeye uğraşıyorum.

Abi, ben harbiden pikniklerden nefret ediyorum.

20 Haziran 2010 Pazar

Piknik Sevmem

7 yaşındayım. Şu an neresi olduğunu hiç anımsayamadığım bir yerde, komşularımızla beraber piknikteyiz. Babalar mangalı yakmaya çalışıyor, anneler salata yapıyor. Ben ve Duygu top oynuyoruz. Duygu komşumuzun 4 yaşındaki kızı. O zamanlar bir kız kardeş hayaliyle yanıp tutuşan bu naçiz bünyem, onu kardeş bellemiş, çılgınlar gibi onunla zaman geçirmeye çalışıyor kendini sevdirmek için.

İlk postayı yemişiz, babam narkoza bağlamış anında. Adam sebepsiz bir ısrarla beni çıplak ayak toprakta yürütmeye çalışıyor. Neymiş, çıplak ayakla toprağa temas edince stresi, kötü enerjyi atarmışız. Duygu diğer komşunun oğluna yapışmış, yıllar sonra kavuştuğum kız kardeşim elden gidiyor, babam bana enerji diyor, sinerji diyor. Ulan 7 yaşındaki çocuğun ne stresi olabilir. Kaldı ki börtü böcekten ölümüne tırsıyorum, Duygu dakikalar geçtikçe o piçle daha da yakınlaşıyor, ben hala çıplak ayak toprakta yürümeye zorlanıyorum.
İstemediğimi belli edince bir de azar yiyorum babamdan. Ağzıma sıçıyor bildiğin herkesin içinde. Gözlerim doluyor, serde erkeklik var, ağlayamıyorum, Duygu'yu elinden tuttuğum gibi uzaklara doğru yürümeye başlıyorum.

Bulunduğumuz yerde piknik yapan başka insanlara kaynamaya çalışıyorum bir anda. İnsanlar bizimle konuşuyor. Onlara Duygu'nun kardeşim olduğunu söylüyorum. Duygu beni siklemiyor bile. İnsanlardan bir insan; ''Hiç benzemiyorsunuz Allah Allah.'' diyor. ''Ben babama benzemişim o anneme'' diyorum. Orospu çocuğu insan yemiyor, canımı sıkmaya devam ediyor. ''E sen sarışınsın ama bu kız kapkara, çok garip'' diyor. Duygu'ya bana abla demesi için delicesine baskı yapıyorum, deyyus beni hiç sallamıyor, ''Anneme gitçem beaan'' diye ağlıyor, insanları kuşkulandırıyor. İnsanlar Duygu'yu çaldığımı düşünmeye başlamadan oradan uzaklaşmaya çabalıyorum.
Nitekim gözüme çarpan mini mini kuşlara doğru yol alıyorum. Duygu'yu unutuyorum bir anda. Kuşlar o kadar sevimli ki, dönemin engellenemez içgüdüsü ile -ellemek- istiyorum onları. Tam o sırada annemin muhteşem uzunluktaki tırnakları kulağımdaki ilk deliğin açılmasına vesile oluyor. ''Nerdesin sen piç kurusu! Elalemin çocuğunu niye sürüklüyorsun peşinden. Bir şey olsa anasına ne hesap ve...'' Ben hala kuşlara bakıyorum. Ellemeliyim diyorum içimden. Ateşim çıkıyor adeta. Kalbim show tv'deki kırmızı noktalı filmlerde meme görmüşüm gibi hızla atıyor. ''Nereye gidiyorsun, ısırır bak...'' Duymuyorum bile. Ölümüne koşuyorum kuşlara. Boyum kadar duvardan güç bela atlıyorum. Yavaşça kuşlara yaklaşıyorum. Daha elleyemeden, ensemde bir yanma hissediyorum. Arkamı bir dönüyorum ki, her nasılsa benden daha uzun boylu bir kuş, tabiri caizse beni kanırtarak gagalıyor. Ağzıma sıçıyor. Altıma işeyeceğim neredeyse. Korkudan ne yapacağımı şaşırıyorum. ''Anneeaaaaaa'' diyerekten duvara doğru depar atıyorum. Bir yandan da, ''Vay be, demek ki insan bu kadar hızlı koşarsa topukları götüne gerçekten de çarpabiliyormuş.'' diye ilk tespitime imza atıyorum içimden.

Kuş inanmış, kuş çılgın, kuş ana yüreği. Bırakmıyor peşimi. Yakalasa kolumu bacağımı, artık Allah ne verdiyse paramparça edecek. Annemin kötü kadın kahkahası ritmleri eşliğinde koşuyorum. Nihayet zar zor tırmandığım duvara yaklaşıyorum ve nefesler tutulmuş sayın seyirciler, heyecan dorukta! Küçük Ebru evine 3 puanla geri dönebilirse...
Duvardan tek hareketle Tsubasa gibin uçuyorum. Yavaşça yere iniyorum ve adeta bir kahraman edasıyla terden yapış yapış olmuş kahküllerimi kıvrak bir kafa hareketiyle yana savuruyorum. Ayağa kalkıyorum ve kuşa şaplatarak -nah- çekiyorum. Hayatımda ilk defa nah çekiyorum.
Mınakodumun Duygu'su hala ağlıyor anneme gideceğim diye. Annem yerlere atmış kendini, debelenerek gülüyor. Konuşamıyor bile.
Bense, kuşa götü kaptırmamanın verdiği haklı gururla annemi yerden kaldırıp ''Şşş. Geçti. Sakin ol bebeyim.'' deyip kendine getirdikten sonra, onu ve Duygu'yu elinden tutup babamların olduğu masalara doğru ilerliyorum.

Sonra, yıllar boyu annem ne zaman televizyonda kaz görse bana götüyle gülüyor. Babam o pikniği hiç hatırlayamıyor. Duygu'dan bir daha haber alınamıyor ve ben piknikleri bir türlü sevemiyorum.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Ben kağdın deeee ğil mi yiiiiii em?

Her ay regl dönemimde ortaya koyduğum yaratıcı ve üretici ruhumu, varsa sevgilimi ''Beni artık sevmiyorsun.'' şeklinde darlamak, ailemle manasız tartışmalar içine girmek, yeterince kıyafetim olmasına karşın alışverişe çıkıp hiç ihtiyacım olmayan şeyler satın almak ya da saç rengimi ve şeklimi değiştirmezsem ölecekmişim hissiyatı ile çıldırmak yerine, Reglin misyonu akabinde bir bebek üretebilsem belki, bunları yaşamayacakmışım gibi geliyor.

Neyse.

Yine malum döneme istinaden şöyle bir paranoya geliştirdim şimdi de; ''Kadınlar beni sevmiyorlar.''
Evet ciddiyim. Sevmiyorlar. Çünkü ben onlar gibi değilim. Olamıyorum. Keyifli dedikodu yapmayı beceremiyorum mesela. Kıskanç falan da değilim. Tam bir erkek mantığıyla arkadaşlık kuruyorum ben. Kız arkadaşımı neden kıskanmam gerektiğini, memeleri benden daha güzel olduğu için neden ondan nefret etmem gerektiğini falan çözemiyorum. Bir yere gidileceği zaman, ''Onu giyme lan, götünü kocaman gösteriyor'' dememin nesi yanlış? Onun neden çirkinleşmesini isteyeyim, ikimiz de güzel olursak manita yapma şansımız daha yüksek olmaz mı? Bunlar benim asla cevaplandıramadığım sorular hep.

Saatlerce Dior'un yeni ruju hakkında nasıl konuşabilirim ben sizinle. Sürerim biter. Bir rujdan neden bahsedeyim? Parasından bahsederim edeceksem. 150 tl'ye ruj mu olur mına koyim. Ha, bir de ağzım bozuk ya, ''Ayol''cu hatun olamadık ya, o yüzden de sevmiyorsunuz beni.
Siz narin, adeta marşmelov, ben eşşek etiyim sanki.
Hepiniz öyle acımasızsınız ki, çok korkuyorum sizlerden. Bi anda canım cicim oluyorsunuz, bi anda nefret ediyor, birbirinizi öldürmek istiyorsunuz. Erkeklere birçok konuda hak veriyorum. Ayrıca hiç kusura bakmayın ama, onların muhabbeti çok daha eğlenceli.
SIKILIYORUM ARKADAŞIM SENİN İSTENMEYEN TÜYLERİNİ KONUŞMAKTAN. Benim de var yani, ben sana anlatıyor muyum?
Ben orda '' Bu herifin çizgisini çok beğeniyorum, şu karakterin yaratıcısı '' diye muhabbete giriyorum sen bana '' 3 dakika önce mesaj attım hala cevap vermedi. Ya aslında kırmızı tam senin rengin. Saaaçççmalaamooaaaa, o gömlekler çok erkeksi'' diye cevap veriyorsun.

Bi gün; Her şeyiyle bana uyan, yanında hiç sıkılmayacağım, zevklerimizin ortak olduğu bi kız arkadaş bulabilirsem ona aşık olurum diye korkuyorum. O derece.

10 Haziran 2010 Perşembe

Hiçbir şey anlamıyorum ben buradan. Zaten tema olayını da yapamadım. Fotoğraf da hayvan gibi büyük oldu.
Neden anlayamıyorum acaba burayı. Çok garip. Tumblr nasıl da kolay ve sevimli oysa.
Midem bulanıyordu, başım ağrıyordu, canım sıkılıyordu, buraya da el atayım dedim. Şimdi daha da çok başım ağrıyor.
Bi boku beceremedim lan.