24 Haziran 2010 Perşembe

Beni sevin

Yine bir piknik maceramla daha karşınızdayım.

16 yaşındayım, ergenliğin dibine vurmuşum. Bir hayli de kiloluyum o dönem. Ağzımın kenarında kronik bir çikolata lekesi var hani, tırnaklarımın içleri cips dolu, o derece. Bi tabak yemekle bir ekmek yemezsem doymuyorum. Adeta bir fil yavrusuyum.

Annem ve birkaç arkadaşıyla beraber Çatalca'ya pikniğe gidiyoruz. Çatalca'yı severim. Annem kasaptan tavuk kanadı almak üzere arabadan çıkıyor. Arkasından zıplıyorum ben de. Biliyorum çünkü, şimdi bu gider, normal insanlar gibi 2 kilo kanat alır gelir. Ama ben normal insan değilim ki. Ben 2 kilo kanadı tek başıma yiyorum o dönem.

Neyse. Erzak olayını tamamladıktan sonra yola çıkıyoruz. Her şey muhteşem. Çatalca süper, hava güneşli, mangalı genele nazaran tek seferde yakabilmiş annem. Kanatların pişmesini bekliyoruz. Gidip gelip götürüyorum ama ben pişenlerden. Annem arada ayar çekiyor; ''Ekmeksiz yeme yavrum.'' Ben ''Hea taam'' falan diyorum ama, gözüm dönmüş bir kere. Ne ekmek görüyorum ne salata. Hatta kız kardeşim de yanımızda olmasına rağmen, piknik sırasında onun varlığını hiç anımsayamıyorum bile. Yedikçe yiyorum. Kanatları löp löp yutuyorum. Kanat reklamlarında oynamaya aday, ödüllerin sahibi, gönüllerin şişkosuyum yani.
2 kilo kanadı rahat tek başıma ziftleniyorum.
Annem uyarıyor; ''Ekmeksiz yeme kızım, ishal olursun.'' Sallamıyorum.'' Bu mide neler görmüş bu zamana kadar Nüri beybi, 2 kilo kanat mı bozacak beni?'' şeklinde devam ediyorum çılgınlar gibi yemeye.

Hava kararıyor ufaktan, toparlanıp eve dönüyoruz. Hiç alakasız, yolda annemin oto tamircisine uğrayası geliyor. Yıllık muayenesi mi ne gelmiş arabanın, onu konuşmak için sanayiye gidiyoruz. Annemin tamirciyle konuşmasını beklerken, o andan itibaren yanımızda olduğunu hatırladığım kız kardeşimle arabada bekliyoruz. Ben büyük olduğumdan önde oturuyorum. Geyik yapıyoruz falan. Sonra bir anda arabanın içini bir bok kokusu sarıyor çok afedersiniz. Ama bu insan boku değil yani. Birinin içinde kedi ölmüş de bir ay sonra sıçmış gibi, meğer o kedi de üç ay evvel fare yemiş de onu sıçamamış gibi, hepsi bir anda devasa bir bok içinde bizim arabamızdalarmış gibi bir koku vuku buluyor.

Kokunun kaynağını bir türlü bulamıyoruz. Benim ''Dışardan geliyordur, camları kapatalım.'' şeklindeki dahiyane fikrim beyhude kalıyor ve camlar kapanınca koku bize neredeyse şuurumuzu kaybettirecek bir yoğunluğa ulaşıyor. Gözlerimiz doluyor. Camları bir açıp bir kapatıyoruz. Kardeşim arkada koltuğa uzanıyor. Anneme sesleniyorum ama, beni duymuyor. Kardeşim baygınlık geçiriyor. Çığlık atıyorum. ''Beni merak etme, sen devam et.'' diyor. Canım kardeşim gözlerimin önünde nereden geldiği belli olmayan o korkunç bok kokusu yüzünden ölüyor. Ben kısmi felç geçiriyorum.

Nihayet annem arabaya geldiğinde, ''Bu koku ne mınısikim'' diyor. Lakin ona cevap bile veremiyoruz. Genel anestezi tadında bir lokal anestezi tecrübe ediyoruz.
Araba hareket edince camları açıyoruz. Annem gazı köklüyor ve sonunda bir sirküler etki yakalayıp bok kokusundan bir nebze de olsa oksijene ulaşabiliyoruz.
Aniden önümüze bir araba çıkıyor. Annem hemen fren yapıyor. Ben torpidoya sekiyorum, belim açılıyor. Bluzumu düzeltmek için elimi belime attığımda ise çok enteresan bir sıvıyla muhattap oluyorum.

Yaklaşık 5 saniye sonra; Belimde o sıvının ne işi olduğunu, belimde neden bir sıvı olduğunu, bok kokusunun o sıvıdan geldiğini, aslında onun katı olması gereken, küçükken hep katı olmak istemiş lakin olamamış bir sıvı olduğunu ve ekmeksiz 2 kilo kanadı tek başıma yersem osurduğumu bile hissedemeyecek derecede ishal sıçabileceğimi anlıyorum.
Annem ve kardeşim adeta anırarak bana gülüyorlar. Eşek olsa bu kadar anıramaz ama. Zannetmiyorum yani. İnsanın anıranı da pek fena oluyor.
Nihayet evimize vardığımızda annem arabayı park ediyor ve kardeşimle el ele yine anırarak eve koşuyorlar. Bense arkalarından, düşürmemeye çalıştığım parçalarımla onlara yetişmeye uğraşıyorum.

Abi, ben harbiden pikniklerden nefret ediyorum.

20 Haziran 2010 Pazar

Piknik Sevmem

7 yaşındayım. Şu an neresi olduğunu hiç anımsayamadığım bir yerde, komşularımızla beraber piknikteyiz. Babalar mangalı yakmaya çalışıyor, anneler salata yapıyor. Ben ve Duygu top oynuyoruz. Duygu komşumuzun 4 yaşındaki kızı. O zamanlar bir kız kardeş hayaliyle yanıp tutuşan bu naçiz bünyem, onu kardeş bellemiş, çılgınlar gibi onunla zaman geçirmeye çalışıyor kendini sevdirmek için.

İlk postayı yemişiz, babam narkoza bağlamış anında. Adam sebepsiz bir ısrarla beni çıplak ayak toprakta yürütmeye çalışıyor. Neymiş, çıplak ayakla toprağa temas edince stresi, kötü enerjyi atarmışız. Duygu diğer komşunun oğluna yapışmış, yıllar sonra kavuştuğum kız kardeşim elden gidiyor, babam bana enerji diyor, sinerji diyor. Ulan 7 yaşındaki çocuğun ne stresi olabilir. Kaldı ki börtü böcekten ölümüne tırsıyorum, Duygu dakikalar geçtikçe o piçle daha da yakınlaşıyor, ben hala çıplak ayak toprakta yürümeye zorlanıyorum.
İstemediğimi belli edince bir de azar yiyorum babamdan. Ağzıma sıçıyor bildiğin herkesin içinde. Gözlerim doluyor, serde erkeklik var, ağlayamıyorum, Duygu'yu elinden tuttuğum gibi uzaklara doğru yürümeye başlıyorum.

Bulunduğumuz yerde piknik yapan başka insanlara kaynamaya çalışıyorum bir anda. İnsanlar bizimle konuşuyor. Onlara Duygu'nun kardeşim olduğunu söylüyorum. Duygu beni siklemiyor bile. İnsanlardan bir insan; ''Hiç benzemiyorsunuz Allah Allah.'' diyor. ''Ben babama benzemişim o anneme'' diyorum. Orospu çocuğu insan yemiyor, canımı sıkmaya devam ediyor. ''E sen sarışınsın ama bu kız kapkara, çok garip'' diyor. Duygu'ya bana abla demesi için delicesine baskı yapıyorum, deyyus beni hiç sallamıyor, ''Anneme gitçem beaan'' diye ağlıyor, insanları kuşkulandırıyor. İnsanlar Duygu'yu çaldığımı düşünmeye başlamadan oradan uzaklaşmaya çabalıyorum.
Nitekim gözüme çarpan mini mini kuşlara doğru yol alıyorum. Duygu'yu unutuyorum bir anda. Kuşlar o kadar sevimli ki, dönemin engellenemez içgüdüsü ile -ellemek- istiyorum onları. Tam o sırada annemin muhteşem uzunluktaki tırnakları kulağımdaki ilk deliğin açılmasına vesile oluyor. ''Nerdesin sen piç kurusu! Elalemin çocuğunu niye sürüklüyorsun peşinden. Bir şey olsa anasına ne hesap ve...'' Ben hala kuşlara bakıyorum. Ellemeliyim diyorum içimden. Ateşim çıkıyor adeta. Kalbim show tv'deki kırmızı noktalı filmlerde meme görmüşüm gibi hızla atıyor. ''Nereye gidiyorsun, ısırır bak...'' Duymuyorum bile. Ölümüne koşuyorum kuşlara. Boyum kadar duvardan güç bela atlıyorum. Yavaşça kuşlara yaklaşıyorum. Daha elleyemeden, ensemde bir yanma hissediyorum. Arkamı bir dönüyorum ki, her nasılsa benden daha uzun boylu bir kuş, tabiri caizse beni kanırtarak gagalıyor. Ağzıma sıçıyor. Altıma işeyeceğim neredeyse. Korkudan ne yapacağımı şaşırıyorum. ''Anneeaaaaaa'' diyerekten duvara doğru depar atıyorum. Bir yandan da, ''Vay be, demek ki insan bu kadar hızlı koşarsa topukları götüne gerçekten de çarpabiliyormuş.'' diye ilk tespitime imza atıyorum içimden.

Kuş inanmış, kuş çılgın, kuş ana yüreği. Bırakmıyor peşimi. Yakalasa kolumu bacağımı, artık Allah ne verdiyse paramparça edecek. Annemin kötü kadın kahkahası ritmleri eşliğinde koşuyorum. Nihayet zar zor tırmandığım duvara yaklaşıyorum ve nefesler tutulmuş sayın seyirciler, heyecan dorukta! Küçük Ebru evine 3 puanla geri dönebilirse...
Duvardan tek hareketle Tsubasa gibin uçuyorum. Yavaşça yere iniyorum ve adeta bir kahraman edasıyla terden yapış yapış olmuş kahküllerimi kıvrak bir kafa hareketiyle yana savuruyorum. Ayağa kalkıyorum ve kuşa şaplatarak -nah- çekiyorum. Hayatımda ilk defa nah çekiyorum.
Mınakodumun Duygu'su hala ağlıyor anneme gideceğim diye. Annem yerlere atmış kendini, debelenerek gülüyor. Konuşamıyor bile.
Bense, kuşa götü kaptırmamanın verdiği haklı gururla annemi yerden kaldırıp ''Şşş. Geçti. Sakin ol bebeyim.'' deyip kendine getirdikten sonra, onu ve Duygu'yu elinden tutup babamların olduğu masalara doğru ilerliyorum.

Sonra, yıllar boyu annem ne zaman televizyonda kaz görse bana götüyle gülüyor. Babam o pikniği hiç hatırlayamıyor. Duygu'dan bir daha haber alınamıyor ve ben piknikleri bir türlü sevemiyorum.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Ben kağdın deeee ğil mi yiiiiii em?

Her ay regl dönemimde ortaya koyduğum yaratıcı ve üretici ruhumu, varsa sevgilimi ''Beni artık sevmiyorsun.'' şeklinde darlamak, ailemle manasız tartışmalar içine girmek, yeterince kıyafetim olmasına karşın alışverişe çıkıp hiç ihtiyacım olmayan şeyler satın almak ya da saç rengimi ve şeklimi değiştirmezsem ölecekmişim hissiyatı ile çıldırmak yerine, Reglin misyonu akabinde bir bebek üretebilsem belki, bunları yaşamayacakmışım gibi geliyor.

Neyse.

Yine malum döneme istinaden şöyle bir paranoya geliştirdim şimdi de; ''Kadınlar beni sevmiyorlar.''
Evet ciddiyim. Sevmiyorlar. Çünkü ben onlar gibi değilim. Olamıyorum. Keyifli dedikodu yapmayı beceremiyorum mesela. Kıskanç falan da değilim. Tam bir erkek mantığıyla arkadaşlık kuruyorum ben. Kız arkadaşımı neden kıskanmam gerektiğini, memeleri benden daha güzel olduğu için neden ondan nefret etmem gerektiğini falan çözemiyorum. Bir yere gidileceği zaman, ''Onu giyme lan, götünü kocaman gösteriyor'' dememin nesi yanlış? Onun neden çirkinleşmesini isteyeyim, ikimiz de güzel olursak manita yapma şansımız daha yüksek olmaz mı? Bunlar benim asla cevaplandıramadığım sorular hep.

Saatlerce Dior'un yeni ruju hakkında nasıl konuşabilirim ben sizinle. Sürerim biter. Bir rujdan neden bahsedeyim? Parasından bahsederim edeceksem. 150 tl'ye ruj mu olur mına koyim. Ha, bir de ağzım bozuk ya, ''Ayol''cu hatun olamadık ya, o yüzden de sevmiyorsunuz beni.
Siz narin, adeta marşmelov, ben eşşek etiyim sanki.
Hepiniz öyle acımasızsınız ki, çok korkuyorum sizlerden. Bi anda canım cicim oluyorsunuz, bi anda nefret ediyor, birbirinizi öldürmek istiyorsunuz. Erkeklere birçok konuda hak veriyorum. Ayrıca hiç kusura bakmayın ama, onların muhabbeti çok daha eğlenceli.
SIKILIYORUM ARKADAŞIM SENİN İSTENMEYEN TÜYLERİNİ KONUŞMAKTAN. Benim de var yani, ben sana anlatıyor muyum?
Ben orda '' Bu herifin çizgisini çok beğeniyorum, şu karakterin yaratıcısı '' diye muhabbete giriyorum sen bana '' 3 dakika önce mesaj attım hala cevap vermedi. Ya aslında kırmızı tam senin rengin. Saaaçççmalaamooaaaa, o gömlekler çok erkeksi'' diye cevap veriyorsun.

Bi gün; Her şeyiyle bana uyan, yanında hiç sıkılmayacağım, zevklerimizin ortak olduğu bi kız arkadaş bulabilirsem ona aşık olurum diye korkuyorum. O derece.

10 Haziran 2010 Perşembe

Hiçbir şey anlamıyorum ben buradan. Zaten tema olayını da yapamadım. Fotoğraf da hayvan gibi büyük oldu.
Neden anlayamıyorum acaba burayı. Çok garip. Tumblr nasıl da kolay ve sevimli oysa.
Midem bulanıyordu, başım ağrıyordu, canım sıkılıyordu, buraya da el atayım dedim. Şimdi daha da çok başım ağrıyor.
Bi boku beceremedim lan.